Toplum sorunları ve benim tavrım
https://www.youtube.com/watch?v=uwkLZg6WDek&list=PLco_u-O9FeQ_cV5gc3VdUHoQYBI73MYkU
Bu playlisti dinleyerek yazdım.
Bir saat kadar önce şöyle bir yazı okudum: """""Geçenlerde bir Ümit Özdağ röportajına denk geldim, kendisi birtakım istatistikler paylaştı: Türkiye Cumhuriyeti İçişleri Bakanlığı Nüfus ve Göç idaresi çoktan 900.000 kadar Suriyeliye (kanuna aykırı olarak) vatandaşlık vermiş, TR de toplam 8 Milyona yakın kayıtlı ve kayıtsız sığınmacı/işgalci varmış ve bu TR'yi (yalnızca resmi rakamlar sayılsa bile) dünyanın en büyük mülteci ev sahibi yapıyormuş. Nüfusun yaklaşık %10'u kadar bir kesim mülteci statüsünde ya da kaçak olarak ülkede yaşıyor demek bu. Türkiye Cumhuriyeti bütçesinden bu insanlar için 2011'den beri toplam 90.8 Milyar Dolar para harcanmış, normal vatandaşların tabi olduğu birtakım sağlık masrafları, kanuni kapitülasyonlar tanınarak mültecilerden alınmıyormuş (tüp bebek masrafları vs.), vergi levhasız dükkan açıyor sınırdan kaçak mal taşıyarak ticaret yapabiliyorlarmış. 900,000 kadar insana vatandaşlık verilmesi seçimlerin sonuçlarını değiştirebilirmiş. Ortalama bir Suriyeli kadın 5 kadar çocuk doğuruyorken bu oran Türklerde 1.9'muş. Bu istatistikleri dinledikten sonra gidip kendim de araştırma yaptım, evet dedikleri ne yazık ki doğru.
Türkiye'de halihazırda bulunan, devleti, Türk kimliğini ve Türk milletini kendisine düşman olarak gören bir azınlık zaten mevcuttur, bu azınlık Türkiye dışında güneye doğru yayılmış 4 ülkede de yaşamaktadır fakat asıl Türkiye'yi kendilerine hedef olarak seçmişlerdir çünkü hem buradaki nüfusları hem de metropol alanları daha fazladır, buranın toprakları (henüz) çöl değildir ve tarıma elverişlidir. Bahsi geçen azınlığın sempati duyduğu terör örgütü meşru siyasetteki yansımasıyla beraber her genel seçimde oy oranının yaklaşık %13'ünu almaktadır. Türk kimliğine potansiyel düşman olan yeni gelmiş mülteciler de toplam 8 Milyon kadar olduğuna göre ülkenin beşte birinin yani %20'sinin ülkedeki hakim kimlikten etno-linguistik olarak kopuk olduğunu söyleyebiliriz. Bu beşte birlik oran 2050'de yaklaşık %35'lere varacaktır ve bu da her üç kişiden birinin Türk kimliği dışında kendisini tanımladığı bir Türkiye demografisi yaratacaktır.
Savaş şartları altında travmayla ve yokluk içinde göç eden bir insan grubunun hangi politika uygulanırsa uygulansın entegre edilmesi mümkün değildir. Gayrimenkulleri, arsaları, tarlaları Suriye de kalmış olduğu için TR'ye gelen Suriyelilerin çoğu en basit ihtiyaçlarını bile karşılamaktan aciz durumdaydılar, bu durum hazineye ek bir yük daha çıkarmıştır ama mültecilerin fakirliğinin doğurduğu çok daha vahim bir sonuç vardır o da organize suçtur. Yokluk içinde, ait hissetmedikleri bir ülkeye göç etmiş İrlandalı ve İtalyanlar Amerika'da nasıl mafyalaşıp dev bir ağ kurdularsa bugün TR'de Suriyeliler ve diğer milletlerden grup halinde göçenler aynı süreci yaşamaktadır. Önce kabile ve aşiret bağları etrafında daha sonra da Araplık ya da Afganlık kimliği altında birleşerek organize suç örgütleri kurulmaya başlanmıştır, tabiki bu örgütlerin ilk hedefleri savunmasız olan kendi halklarıdır. Aynı İtalyan ve İrlandalı Amerikalıların yaptığı gibi önce kendi halkının sırtından zengin olacak sonra büyük liglere çıkıp yerli organize suçla mücadele edecek ve ana etnik unsuru sömürmeye başlayacaklardır. Suç tehlikesi hiç de azımsanacak bir tehlike değildir çünkü bu boyutta bir demografik değişimin suç doğurmaması imkansızdır, 2011'de 11 yaşında olan bir Arap çocuk fakirlikten ve Türkçe bilmediğinden ne liseye ne de orta okula gidememiştir ya ailesi yanında kalmış ya da abileri yanında çalışmıştır. 2022'de 22 yaşında olan bu genç bugün hala iyi Türkçe bilmiyorsa ve okul da okumamışsa suçtan başka hangi alanda iş arayabilir ki?
Bu demografik tehlikelere ek olarak Türkiye'nin kurucu temellerine ve değerlerine savaş açmış, koca bir örgütsel yapıya sahip siyasi bir tehlike daha vardır. Bu siyasi dev, güç sahibi olduğu 20 yıl içinde Türk halkını bir takım kimliksel ve dinsel fay hatları üzerinden polarize etmiş ve bu kimlik siyaseti sömürüsü ile gücünü korumuştur. Halkın suni kimliksel çatışmalara yönelmesi ve sosyal sınıflar, dini görüşler arasında çatışma çıkması devlet politikası olarak uygulanmıştır ve uygulanmaktadır. 20 yıl içinde bütün bakanlıkların, adliyelerin, okulların, devlet kurumlarının, denetçi mekanizmaların, diplomatik misyonların, askeriyenin, emniyet güçlerinin ve akademinin insan kaynakları tek bir ideolojiye mensup kadrolarca değiştirilmiş ve bu tek tip siyasi görüşe sahip insanlara hizmet için ek yüzbinlerce gereksiz devlet kadrosu daha açılmıştır. On binlerce vakıf kurulmuştur ve bu vakıflar aracılığıyla bir dinin radikal yorumu gençlere ve yetişkinlere anlatılmaktadır, bu vakıf mekanizmaları aynı zamanda kara para aklama ve hedefli fonlama gibi faaliyetler için de kullanılmaktadır.
Türkiye Cumhuriyeti ekonomisi 2018'den beri yükselmekte olan döviz kurları ile mücadele edemez hale gelmiştir. Bu kurları belli sayıların altında tutma uğruna milyarlarca dolarlık rezerv ertilmiştir ve bugün itibariyle Türkiye Cumhuriyeti MB kasası -40 Milyar dolardadır. Rezervlerin eski haline dönmesi belki on yıllar alacaktır. Peki bu seviyede bir rezervin kaybedilmesinin ve ülkenin faiz oranlarının dolara endekslenmesinin karşılığında TR ne kazanmıştır? Hiçbir şey kazanmamıştır. Halk işsizlik çekici ve yüksek enflasyon örsü arasında ezilmeye terk edilmiştir. On binlerce küçük işletme batmış, 200.000 kadar nitelikli ve eğitimli insan TR'deki mülklerini satıp yurtdışına yaşamaya gitmiştir. Eğitim görmemiş ve vücut işi yapan Türkler de kendilerini bir gecede işsiz bulmuştur çünkü yerlerine kaçak çalışacak göçmenler alınmıştır. Oto tamir sitelerinde çırak olarak makine mühendisleri iş bulamaz hale gelmişlerdir. Türkiye ekonomisi 90'larda neyse aynı duruma yeniden düşmüştür yalnızca kimsenin geçmediği yollar ve köprüler kazanmıştır.
Türkiye'yi avucuna almış siyasi dev, bireysel özgürlükleri, hür konuşmayı, inanç ve vicdan hürriyetini, anayasal hakları, hukukun üstünlüğünü, akılcı dış politikayı, demokratik prensipleri, rasyonel eğitimi, eşit ihale kanununu, hukuki kurumları, güçlerin ayrılığı ilkesini, parlamento yetkilerini ve hukuk önünde eşitliği yeni getirdiği düzenlemelerle yok etmiştir. Türkiye 1. Meşrutiyet ayarında bir ülkeye dönmüştür.
Seküler Milliyetçi Avrupalı bir ülke olarak 1923 yılında Cumhuriyetin ilan edilmesiyle yeniden doğan Türkiye Cumhuriyeti bu demografik değişim ve dincileşme dikkate alındığında fiilen düşmüş bir devlettir. Anayasası ve hukuku fiilen çiğnenmiş yerine bir Anadolu İslam Emirliği kurulmuştur. Bu saatten sonra ne muhalefet partilerinde bu yıkımı onaracak siyasi güç ne de istek vardır. Akıllıca olan tek şey bu ülkeden gitmek ve başkasının ülkesinde sevilmeyen ve istenmeyen bir göçmen olmaktır.""""""
Evet, bu yazıyı okuduktan sonra kendimce bazı şeyleri sorgulamaya başladım. Bundan bir gün önceki bana sorsanız; Atatürk'ün izinden gitmemiz gerektiğini, ülkemizden vazgeçmeyip bu sorunları el birliğiyle halletmemiz gerektiğini söylerdim. Halen daha bu görüşteyim. Ancak bazı noktalara değinmek istiyorum.
Öncelikle şundan bahsetmek istiyorum: Gerçekten ülkemizin yaşadığı problemler çok ciddi problemler. Siyasilerin davranışları, sözleri, tavırları vs. her ne kadar bu problemleri ciddiyetsizleştirse bile çok ciddi problemler bunlar. Bugün Twitter'da gezinirken bir haber gördüm. Haberde 250.000$ karşılığında Türk vatandaşlığı reklamı yapılıyordu. Çinliler için, Araplar için... Bir ülkenin vatandaşları ancak bu kadar aşağılanabilir. Haksız mıyım? Yani gerçekten ağlayacak raddeye geldim bu haberden sonra. Bir düşünsenize Norveç vatandaşlığı 250.000$ karşılığında satılıyor. Sizce Norveç halkı bu durumda ne yapar?
Ülkenin sınır kapıları desen... Durumu ortada. Her taraftan mülteci yağıyor ülkemize. Refahta olan ülkeler, refahlarını koruyabilmek adına bizim ülkemizi "mülteci çöplüğü" olarak kullanıyor. Ve anlayamıyorum insanlar bunca şeyin farkındayken nasıl hala bunları "kabullenip" değiştirmek adına hiçbir şey yapmıyor. Anlayamıyorum. Aslında bazı cevaplar var ama...
Biraz kendi inanışımdan bahsetmek istiyorum. Bana göre ölümden sonrası tamamen hiçlik. İnsan nasıl ki doğmadan önce herhangi bir şey düşünemiyor ya da anlayamıyorduysa; öldükten sonra da tam manasıyla yok olacak. Yani inanışıma göre açıklayamadığımız sebeplerden ötürü evren oluştu, sonrasında atomlar kümeler halinde toplandı, antimadde ile madde bir şekilde birbirlerini nötrlemedi. Canlılık, ilk proteinler vs. bir şekilde oluştu... Tüm bu silsilenin neticesinde biz insanlar var olduk. Atalarımız bu varlığımızı anlamlandırabilmek adına dinler "yarattılar" ve bir açıklama getirdiler. Bu yüzdendir ki artık günümüzde çok az kişi neden var olduğumuzu düşünüyor. Çünkü kısmi ve yanlış da olsa (bana göre böyle) bir cevaba sahipler.
İşte biz insanlar tüm bunların arasında ortalama 70 senelik bir ömre sahibiz. Bizler bu yaşamımızı en iyi şekilde değerlendirmeyi hak ediyoruz. Ben optimist, dünyayı toz pembe gören birisi değilim. Bana göre bir kesimin refah içinde yaşaması için bir kesimin de kötü şartlarda yaşaması gerekmekte. Ancak herkesin refah hayatı hak ettiğini düşünüyorum. Çünkü kötü şartlarda yaşayan insanların tek suçu doğacakları yeri seçememek. Ama birilerinin de ezilmesi gerekiyor ki birileri refah içinde yaşasın. (Bu düşüncemden pek emin değilim, henüz ideal düzen vs. üzerine detaylı düşünmedim.)
Ben şu anda refah bir yaşam sürmüyorum. (Bu arada refahtan kastım kesinlikle zenginlik vs. değil. Refahtan kastım: İskandinavya'daki normal gelire sahip bir vatandaşın yaşadığı hayattır.) Ülkemizdeki çoğu insan da refah bir yaşam sürmüyor. Atatürk'ün izinden gidersem şunları yaşayabilirim:
1- Atatürk'ün zamanında olduğu gibi; toplum bu reformist düşünceleri sindiremez, çabalarım boşa gitmiş olur.
2- Tüm hayatımı, benden sonra, yaşayıp yaşamadıkları bile umurumda olmayacak insanlar uğrunda harcarım. Belki gerçekten de başarılı olurum ve zamanında Atatürk'ün de yaptığı gibi elimden geldiğince güzel bir ülkeyi gelecek nesillere bırakırım. Ancak ben öldükten sonra ne anlamı kalıyor ki bunun? Yani ben zaten tüm evrenle olan bağlantımı kesmişim; benden sonraki insanlar refah içinde yaşasa ne, yaşamasa ne?
3-Tüm hayatımı gelecek nesiller için feda ederim, ancak başaramazsam bu durumda hayatımı boşa harcamış oluyorum. Bunun yerine İskandinav ülkelerinden herhangi birine gitmek için çabalasam, ölene kadar refah içerisinde tüm felsefi çalışmalarımı sürdürebilirim. (Bizim ülkede ise hem yeterli donanımda felsefe eğitimi yok, hem de felsefe okuduktan sonra iş imkanları...) Belki Türk toplumundaki sorunları çözememiş olurum, ancak dünya toplumlarının hala üzerinde durdukları felsefi sorunlara rasyonel çözümler getirebilirim. Bu durumda insanlığın faydasını gözeteceksek bunu yapmam daha uygundur.
Son birkaç gündür hafif bir hastalık döneminden geçiyorum. Bu dönemde düşünebilme, konuşabilme ve yazabilme yetilerimi kaybettim. Zaten bir şey yazarken başka bir düşünce çıkageliyor; üstüne üstlük hastalık da olunca iyice toparlanamaz bir hal alıyor.
Özetle demem o ki: Bir topluma faydalı olmak yerine neden kendi hayatımı harcayım ki? Onun yerine kendi hayatımı refaha çıkartmak için çabalarım. Hem daha az enerji harcarım, hem de başarı şansım artar. Belki bazı bireylerin doğasına en uygun olan şey bulunduğu toplumun problemlerini çözmektir. Örneğin: Atatürk. Ancak ben henüz kararımı veremedim. Gelecek nesiller için ömrümü harcamalı mıyım, yoksa kendi refahıma ulaşıp; "normal" bir yaşam mı sürmeliyim?
Neyse dostlar düşüncelerim çok dağıldı, düşündükçe düşüncemi sorguluyorum, sonra sorguladığım şeyden ulaştığım sonucu sorguluyorum, sonra sorgulama yöntemimi sorguluyorum... Bir de bunları yaparken yazının dağılmamasına çaba gösteriyorum. Hafif bir hastalık da olunca... Esenlikler dilerim.
Yorumlar
Yorum Gönder